31 Ekim 2011 Pazartesi

Hayata Yeni Bir Başlangıç

"Beşiktaş'a hayata yeni bir başlangıç yapmaya geldim" sözleri daha düne kadar hiçbir şey ifade etmiyordu biz futbolseverler için. Carvalhal'in dudaklarından dökülen bu sözler şimdilerde kulaktan kulağa dolaşan bir dedikodu ile anlam kazanıyor sanki.

İki oğlunu bir trafik kazasında, hatta birini hastanede kollarında kaybettiği söylenen bu adam Beşiktaş'ta birşeyleri başarmaya, hayata yeniden tutunmaya çalışıyormuş da haberimiz yokmuş. Bizim olmaması doğal da koskoca spor basınının bugüne kadar tek bir kelime dahi yazmamış olması manidar değil mi? Bazen bazı durumlar o kadar öne çıkar ki sahada olan biten futbol denen şeyin hiçbir önemi kalmaz. İşte böyle bir durum Carvalhal'in hikayesi de. Ve bu hikayenin ancak bir kısmını dün akşam duyabildi çoğu futbolsever.

Beşiktaş'ı beğenmiyorum ama Carvalhal ile ilgisi yok bu durumun. Geçen sene de beğenmiyordum ve ne değişti ki kadroda geçen seneden bugüne. Ama Carvalhal'in yapmaya çalıştığı işlere saygı duyuyorum. Guti ve Fernandes'i ki biri vatandaşı kardonun dışına iterek geride kalanlara verdiği mesaj çok önemli. Geride kalanlar da bu mesajı almış olacaklar ki takım birşeyler yapmaya gayret ediyor sahada. Gayret ediyor diyorum çünkü takımın yapısal sorunları hala Beşiktaş'ın önünde bir engel. Quaresma'nın bencilliği ve arkasına taraftar desteğini almış olması en büyük problemlerden biri. Carvalhal'in bugünkü duruşu ise geride kalan futbolculara yeniden yaşama şansı verir nitelikte.

Ne demiş Carvalhal futbolcularla olan ilk toplantısında: "Bana yaşama şansı verin, ben buraya ölmeyi redderek geldim". Bu mücadeleyi vermesi için doğru yer Türkiye mi, doğru takım Beşiktaş mı zaman gösterecek. Ama ben bu adama kendi blogumda yaşama şansı vereceğim.

Bazen bir hayat bir şampiyonluktan daha önemli değil mi?

Bazen hayatta tabelaya yazdıklarımız, futbol sahasında tabelada yazan skordan daha önemli değil mi?

28 Ekim 2011 Cuma

Tevez Ek İş Yapacak

Futbol dışında ikinci bir iş bulmanın zamanı geldiğine inanan Tevez Cadılar Bayramı ile birlikte sanırım eğlence sektörüne adım atma niyetinde.

Derbi Keyfi

Dün akşam ki futbol festivalini gölgelemek için yapılan her türlü kepazelik amacına ulaşmadı. 90 dakika boyunca bu sezonun ilk futbol festivalini sundu hem siyah beyazlı hem de sarı larcivertli takım. Kalite düzeyi orta seviyede olmakla birlikte heyecan düzeyi ve seyir zevki üst düzeyde bir maç izledik.

Oyunun tamamında kontrol Fenerbahçe'deydi aslında. Her ne kadar ilk 15-20 dakikalık bölümde Beşiktaş oyuna daha hızlı giren takım görüntüsünde olsa da direksiyonun başında olan Fenerbahçe idi. Simao'nun jenerik golü Fenerbahçe'nin oyun planını bozabilirdi ancak rakibin fiziki açıdan yetersiz oluşu Fenerbahçe'nin skor dezavantajına rağmen kontrolü kaybetmesine neden olmadı.

Aslında Fenerbahçe hala tam olarak forma girebilmiş değil. Geçen sezonun en etkin bölgelerinden biriydi sağ kanat ancak bu sene roller değişti. Gökhan Gönül ve Mehmet Topuz'un henüz sakatlıklarının etkisini yeni yeni üzerilerinden atıyor olmaları, Caner'in Fenerbahçe'nin yeni transferi rolüne soyunmuş olması ve sol kanatta adeta yeniden doğması, Ziegler ile hem defansif kalite artarken hem de ofansa sağladığı akıllı katkılar bu yıl oyunun merkezinin de sağdan sola kaymasına neden oldu. Ümit verici olan ise sağ kanat performansının da artması ile birlikte takımın rakipler açısından daha da tehlikeli hale gelecek olması. Tabi ibr de forvette Bienvenu ve Semih'in bugünkü görünümlerinin dışına çıkarak ekstra katkı vermeleri gerekiyor.

Dün bu tehlikeyi sadece sol kanat ve göbekte Alex'in performansı Beşiktaş'a hissettirmeye yeterli oldu. Beşiktaş kendi sahasında yerleşik düzende beklediği anlarda bile adam kaçırdı, pozisyon verdi. İlk yarı belki 1-0 Beşiktaş lehine sonuçlandı ancak 45 dakikalık bölümde maçın 5-1 Fenerbahçe lehine dönmesi içten bile değildi. İlk yarı boyunca hiçbir fiziki dayanıklılık gösteremedi Beşiktaş ilk bölümdeki tempolu oyun dışında. Kapandıkları anlarda yapılan defansif hatalar bir yana topla çıkarken tribünlerin sevgilisi Quaresma bna göre bir el freniydi.

İkinci yarıda da bu görüntü çok değişmedi aslında. Yine ilk bölüme bu sefer biraz daha etkili başladı Beşiktaş. Pozisyonlar buldu, Quaresma yine topu ezdi ya da yanlış tercihler yaptı. Yine de oyuna hakim olan ancak pozisyon üretemeyen Fenerbahçe ise Caner'in şutu ve Alex'in dokunuşu ile beraberliği yakalamasını bildi. Golden sonra Quaresma maç içerisindeki iki pozitif katkısından sonuncusunu gerçekleştirerek Almeida'nın kafasına indirdiği golle Beşiktaş skor üstünlüğünü tekrar yakalasa da son dakikalarda Cristian'ın füzesi maçın berabere bitmesini sağladı. Almeida'nın golünde ise Fenerbahçe 90 dakika içerisindeki nadir kollektif hatalarından birini yaptı.

90 dakikanın Fenerbahçe adına iyileri başta Caner olmak üzere Alex, Cristian, ikinci goldeki pozisyon hatasına rağmen Ziegler ve defansta rakibi bozan Yobo olurken Beşiktaş adına ikinci goldeki baraj kurdurma hatasına rağmen Cenk, orta sahada Ernst ve Aurelio oldular. Caner'in mükemmle performansına rağmen Aykut Kocaman tarafından oyundan alınması birçokları gibi benim için de taktiksel bir hata olarak yazıldı hocanın hanesine. Maçın yıldızı ise hakem triosu.

27 Ekim 2011 Perşembe

Mükemmel Çirkinlik

Carling Cup dördüncü tur karşılaşmasında 116. dakikada Everton karşısında Chelsea 2-1'i  yakalayınca Boas'ın yüzü şekilden şekile giriyor.

Yüz mimikleri ile kollarını yukarı kaldırması ve yumruklarını sıkışı arasındaki uyum mükemmel çirkinliğin fotografı olmuş.

Derbilere Kış Geldi

Bir kuşak bir kuşağa tribünlerin yarı yarıya paylaşıldığı derbileri anlattı durdu. Şimdi bir kuşak bir kuşağa deplasmandaki derbilere %5 deplasman takımının seyircisi alınırdı, ne güzeldi o günler diye mi anlatacak.

Derbi maçlara kış geldi. TFF'nin bu kararı değişmedikçe derbiler hiç olmadığı kadar soğuk geçecek.

Hani Asla Yalnız Yürümeyecektik

Kaddafi linç edilince Libya'ya demokrasi geldi mi bilemiyorum ama dünya siyaset sahnesi üzerinden renkli bir kişilik eksildi. Bu yorumu yaparken tüm politik, insani, vicdani düşünce ve duygulardan bağımsız yazıyorum.

Ailenin futbola olan ilgisini zaten oğlu Saadi Kaddafi'den dolayı biliyoruz. Peruggia ile Serie A'da bir maç oynamışlığı ve hatta Libya'nın bağımsız! varlık fonu Lafico'nun da Juventus'un %7,5'lik hissedarlığı bilinen gerçekler. Tarihsel süreçten de kaynaklanan bir İtalyan futboluna ilgi durumu var yani. Ama bir o kadar sanırım baba Kaddafi'nin de futbola ilgi duyuyor olması hatta Premier Lig'in bu ilgi kümesi içerisinde önemli bir yere sahip olması çok fazla bilinen birşey değil.

Genelde bilinen 1979'da Libya'ya giden Everton taraftarı olduğu ya da mavilere sempati duyduğu yönünde olsa da bir başka gerçek Kaddafi'nin ölümünden ve sarayının yağmalanmasından sonra gün ışığına çıktı sanırım. Gizli bir Liverpool hayranı olduğu kırılan dökülen eşyalarının arasında bir Liverpool mugının olmasıyla belgelendi.

Liverpool asla yalnız yürümedi ama Kaddafi Libya'da ölüme yalnız yürüdü. Bütün dünyanın onu terkettiği, Libya halkının onu yalnız bıraktığı ve muhaliflerin ellerinde yapayalnız bir ölüm oldu kaderi. Belki dünya ülkeleri açısından son derece sevimsiz bir liderdi, diktatördü ancak kendi halkı açısından hiç bu kadar nefret edildiğini düşünmedi Kaddafi.

Bu kadar nefreti haketti mi hak etmedi mi tartışmaksızın çok dramatik bir ölüm yürüyüşüne tanık olduk. Geriye bu fotograf karesi kaldı yadigar.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Tüm Taraftarlara Açık Davetiye: Süper Lig Maçlarına Gitmeyin

Bu yazıma tüm bloggerlardan ve okurlardan destek bekliyorum.Yarın ki Beşiktaş-Fenerbahçe maçına Fenerbahçe taraftarları alınmayacakmış. Neden??? Fenerbahçe taraftarları birşey mi yaptı? Suç olmayan yerde ceza uygulanan ülkenin evlatları olarak yazıklar olsun diyorum. Bundan sonra futbol maçlarına hiç kimse gitmesin o zaman.

Maskara yaptınız bütün taraftarları farkında mısınız? Dalga mı geçiyorsunuz, kendinize gelin artık. Yeter ki yeter.
Bugün itibariyle ne deplasmanda ne de Kadıköy'de hiçbir maça gitmiyorum. Sadece Fenerbahçe değil, Milli maçlara da gitmiyorum. Herkesi de hiçbir futbol maçına gitmemeye davet ediyorum. Böyle akılsız, böyle şahsiyetsiz, böyle ikiyüzlü, böyle riyakar bir karar tarihte hiçbir organizasyon tarafından alınmamıştır.

Biz taraftarlar sizlerin maskarası değiliz. Biz futbol izlemek istiyoruz. Biz futbolu stadyumlarda izlemek istiyoruz. Sizin gibi maskaralar olduğu sürecede stadyumda maç izlemeyeceğiz. Yazıklar olsun hepinize.

25 Ekim 2011 Salı

Robert Pattinson Galatasaray'da

Ünal Aysal'ın Galatasaray'a transfer edeceğini açıkladığı ve tarifini verdiği oyuncunun kim olduğunu buldum. İngiltere'de oynayan bir oyuncu, iri yapılı, beyaz tenli, güçlü, yakışıklı tarifine en çok uyan isim hepimizin Twillight'tan tanıdığı Robert Pattinson'dan başkası olamaz.

Allah'tan tarifi İngiltere'de oynayan iri göğüslü, beyaz tenli, güzel diye yapmamış.

Paranın Ne Önemi Var

Dün Manu'lu arkadaşlardan bolca tepki aldım işyerinde. Kapitalist düzenin yarattığı yeni futbol endüstrisi çarklarına teslim olmamak gerektiği ve gerçek bir futbolseverin City, Chelsea gibi takımları sevemeyeceği yönünde.

Zaten ben City'nin sahiplerini ya da parayla satın alınan futbolu seviyorum demedim ama yıllarca ezilen mavilerin taraftarları için seviniyorum. Çünkü onlar yıllarca forma aşkıyla takımlarından desteklerini hiç eksik etmediler.

Balotelli ve Kun için aynı şey geçerli mi bilemem. Fotograf paraya değil renklere aşığım dese de buna inanmak çok zor. İşin gerçeği City şampiyon olursa bu hiç romantik bir şampiyonluk olmayacak. Ama ben Manchester United'ı sevmiyorum, o yüzden City tarafındayım. Yoksa konu Premier Lig ise benim takımım Arsenal'dir her zaman. En olmadı Liverpool ligi kazansın isterim, ama asla Manchester United'ın kazanmasını istemem. Alex Ferguson'u severim o ayrı, Cantona'yı severim o ayrı ama kırmızı şeytanları hiçbir zaman sevmedim.

Balotelli ve Kun mu? Onları seneye Manchester'ın diğer yakasında görürsem hiç şaşırmam.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Why Always Me

Tarihi 6-1'lik Manchester United zaferinin en unutulmaz karesi bu olacaktır herhalde.  Balotelli seçilmiş bir oyuncu, çok önemli özellikleri var ve aynı zamanda kendini beğenmişliği 10 Cristiano Ronaldo gücünde bir adam. Maçta gerçekleşen bu karenin fıkrası da şöyle olur herhalde:

Balotelli Manchester United'a ilk golünü attıktan sonra Tanrı'ya sorar: Neden hep ben?
Tanrı'nın cevabı: Neden olmasın?

Six and the City

Manchester City'nindir. Şehrin kırmızı ve mavi yakası arasında hep mavileri sevdim ben. Manchester United'ın Ferguson ile başarıyı yakaladığı yıllarda ben daha başka aşkları onlardan önce edindiğimden olacak hiç sevmedim Manu'yu. Hep süt oğlandı Manu benim için. Manchester'ın tek sahibi de mavilerdi benim gözümde.

Sahada ise hiç öyle olmadı. Taa ki bu hafta sonuna kadar. Sezonun başında Premier Lig'i hangi Manchester takımı kazanacak diye Ada'da Manchester İhtilali başlığıyla yazmıştım.

Esas ihtilal Old Trafford'ta gerçekleşti. Maç 3-0'a gelirken Balotelli'nin ikinci ve Kun'un gollerinde adeta sahada paslaşan bir Barcelona vardı. 80'den sonra maç 3-1'e gelince şuursuzlaşan Manu'ya son on dakikada çok uzun zaman ödeyemeyecekleri bir fatura kesti City. Bize de başlığa dünün en çok beğenilen tweetini taşıamk düştü.

Koyu Siyah

Geceye siyah forma ile çıkacaktı Fenerbahçe, olmadı. Zaten gece yeterince karanlıktı, bir de gündüz saatlerinde gelen deprem haberiyle hiç olamayacağı kadar siyaha büründü. Koyu siyah olur mu, olur...

Böyle bir ortamda Samsunspor karşısında Aykut Kocaman'ın deyimiyle ligin lideri değil, ligi gerçekten tek başına domine eden rolüne soyunmak için fırsat kaçırdı Fenerbahçe.İlk yarıda neredeyse hiç etkili olamadı. Bunda Stoch'un oynadığı kanatta oyunun genelinde hiç boş alan bulamaması en önemli etkendi belki de. Caner'in ilk onbirde başlamaması sol kanattaki akışkanlığı da engelledi. Gökhan Gönül ve Emre'nin kabuledilebilir formsuzlukları eklenince, Alex'in de vasat takım oyununda vasat performansı Fenerbahçe için oluşabilecek tüm galibiyet olanaklarını bitirdi aslında.

Defansta hiç pozisyon vermeyen bir takım var kaşımızda. Bu an itibariyle elimizdeki en iyi şey. Ancak geçen sene ki Alex'in arkasında dizilen baskıcı orta saha malesef yok. Mehmet Topuz ve Selçuk Şahin'in olmaması, Emre'nin yeni yeni oynamaya başlaması Fenerbahçe'deki sıkıntılar. İyi tarafı ise dün de olduğu gibi pozisyona çok hızlı birkaç topta giriyor olması. Ancak dün ki gibi üretkenlik beklenenin altında kalınca kötü sonuç kaçınılmaz.

Her türlü olumsuz şarta rağmen iyi gidebildi Fenerbahçe bugüne kadar. Şimdi önünde Beşiktaş sınavı var. Belki de bu sezon oynadığı en ciddi deplasman maçı. Sezonun deplasman kralı İnönü'den yıkılmadan çıkabilecek mi? Bu şartlarda kolay değil ama takımın ne kadar dirençli olduğunu belki de en net bu maçtan sonra değerlendiriyor olacağız.

18 Ekim 2011 Salı

Süper Lig Genel Görünüm

Ligin altıncı haftası geride kalırken büyüklerden üçü de zirveye yaklaştı bu hafta itibariyle. Beşiktaş haricinde diğer üç büyüğün kazanmasıyla ilk dört sıra içerisinde zirve mücadelesi bu hafta itibariyle kızışacak gibi duruyor.

Bu hafta zorluk derecesi en yüksek maçlardan birini daha kayıpsız geçen Fenerbahçe kuşkusuz sahadaki perromansına bakınca en karlı takım. Gaziantep maçı dışında biraz kör topal ilerleyen ama oturttuğu sistemin arkasına yaslanan bir takım var. Önemli eksiklerle çıkılan Mersin İdmanyurdu maçında daha da ne t anlaşıldı ki bu takımın oyuna hükmetmesi eksik kadrosuyla mümkün değil. Aykut Kocaman'ın da böyle bir niyeti yok. Ama takımın kazandığı en önemli özellik çok hızlı hücuma çıkıyor olması. Bu özellik sayesinde kapılan her top birkaç pasta gol pozisyonuna dönüşebiliyor. Özellikle ikinci yarıda iyice geriye yaslanıp kazanılan her top Stoch'un etkili hücumlarıyla pozisyon yarattı. Ancak Stoch'un haftalardır neden yedek oturduğunu da bu maçla anlamış olduk. Topla bu kadar etkin kaleye gidebilen bir futbolcunun gol vuruşu konusunda bu kadar ciddi eksikleri olması önemli bir dezavantaj. Hatta maç içerisnde tüm takımın moral motivasyonunu kıracak derecede bir dezavantaj. Fenerbahçe'nin skor üretebilme konusunda çözüm bulması şart aksi halde pozisyon kaçırma rekoru kıracaklar.

Galatasaray'da ise durum tam tersi. Oyuna hükmeden taraf Galatasaray ancak rakip ceza sahası içerisinde yaratıcı olma sıkıntısı büyük problem. Herkes golcü sorunundan bahsediyor ancak Elmander ve Baros aslında Galatasaray'da golcü sorunu yaşatmıyorlar. Problem Arda'nın gidişi sonrası hücum bölgesine yakın pozisyonda kreatif ayakların eksikliği. İki kanatta bu anlamda yeterli değil. Kazım da Riera da ya da kim oynarsa oynasın kaleye yaklaşan bir hücum stiline sahip değiller. Ortadan da delici olamayınca ortaya sahada göz dolduran ama pozsiyon üretemeyen bir takım çıkıyor.

Trabzonspor için de Galatasaray ile benzeşen sıkıntılar var. Ben Trabzonspor'un bir maçı üç gol atarak tamamlayacağı maçın bir elin beş parmağını geçeceğini düşünmüyorum. Ancak yerleşik defans anlayışı Trabzonspor'u güçlü kılıyor. Hem de Ankaragücü'nden 2 gol yemiş olmalarına rağmen. Temel problem takımın bütün gol yükünü Burak'ın sırtlaması. Burak Yılmaz çok aşama gösterdi ancak tek başına bu performans Trabzonspor'u ne kadar taşır kestirmek güç.

Beşiktaş için fazla yazacak birşey yok. Bu noktada geçen sezonun üzerine eklenmiş bir tek artı yok. Geçen sezon ki performansları da ortada. Genel resim Beşiktaş'ın diğerlerine göre biraz daha erken ligden kopacağı yönünde. Sahadaki yıldızların başta Guti ve Quaresma olmak üzere üretkenliği çok zayıf. Üzerine bir de çok ciddi golcü sıkıntısı yaşayan bir takımdan bahsediyoruz. Almeida'nın yokluğunda kim gol atacak sorusunun cevabı yok. Simao bal yapmayan arı, Fernanades'in ise performansı istikrarsız. Bu kadar alternatifli bir kadronun istikrar yakalayamaması ise sanırım yönetimsel bir sorun.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Cristiano Ronaldo Testi

Bu adamı sevmesem de, kendisinin biyonik bir futbolcu harikası olduğunu kimse inkar edemez. En azından adamın kapı gibi test sonuçları var elinde. İzleyemeyenler için buradan lütfen.

Postiga'nın Golü

Haftasonu öğlen saatleri mutfakta birşeyler hazırlıyordum ki arkamdan Ercan Taner'in yükselen sesi kafamı televizyona çevirmeme neden oldu. Çok da ilgi göstermediğim ama bir taraftan arada bakarım diye NTVSpor'da yayınlanan Real Zaragoza-Real Sociedad maçına Helder Postiga'nın muhteşem golü damgasını vurdu.

İzleyemeyenler buradan golü görebilirler. Roket gibi belden tüm gücünü alarak çıkarılan bir rövaşata golü izlemeyeli uzun zaman olmuştu doğrusu. Portekiz'den golcü çıkmıyor diyenlere duyurulur. Bu vuruş tam bir golcü vuruşu bana göre.

Babalar Ve Oğulları

Erkek çocuklarla babaları arasında garip bir rekabet vardır aslında ev içerisinde ama yine de tüm çekişmelere rağmen kocaman da bir sevgi yaşar derinliklerinde. Hele ki evin erkek çocuğu da baba olduysa, baba olduktan sonra ki süreçte daha bir artar kendi babasına olan sevgisi.

Yıllar yılı onun istediği adam olmamak için mücadele eder, kendi benliğini ispatlamaya çalışır ve bunu ispatladığında da bir de bakar ki kendisi de baba oluvermiş ve şekillendirmek, yoğurmak istediği bir velet var kucağında. Garip bir ilişki baba-oğul ilişkisi velhasılı kelam.

Gökhan Değirmencioğlu'nun yüreğinde yaşadığı dramı yazmaya sayfalar yetmez. Oğlunu İnönü Stadyum'unda bir kez olsun görmek isteyen Beşiktaş'lı bir babanın son arzusu, bir hafta önce Mersin İdmanyurdu maçında oğlunu izlerken kalbine yenik düşmesi sonucu gerçekleşmeyince, yaşadığı baba acısının üzerine, bir hafta sonra İnönü Stadyum'unda maça çıkmak gurur mudur, sevinç midir, acı mıdır anlamlandırmak mümkün değil. Maça çıkarken "bu maçı yüzümün akıyla tamamlayacağım baba senin için" diyerek dualarla basılan o çimlerden maçın sonunda babasının son arzusunu "belki de yukarılarda bir yerlerde beni izliyordur" düşüncesiyle yerine getirmenin verdiği o duygu yükünün maç sonunda boşalması da doğaldır.

Baba yüreği başkadır, baba ile oğulların ilişkisi de. 8-10 yaşlarına kadar idolünüz olan, kendisi gibi olmak istenilen baba o yaşlardan sonra hiç olunmak istemeyen olur. Sonra yıllar geçer bir de bakılır ki babanın bir başka modeli olunur çıkılır. Birgün baba vefat eder ve cenazesine gelen yaşlı akrabalardan biri dönüp şöyle söyler: "Ne kadar da babasına benziyor değil mi?"

Gökhan da bu sözü duymuştur ve o maça çıkarken sadece kendisinin değil, babasının da İnönü Stadyumu'nun çimlerinde olduğunun bilincinde değildir şu anda. Ama yaşadığı tam da budur aslında. Ona sırtını son kez dayayıp devleşir Kayserispor kalesinde Beşiktaş karşısında. Tıpkı hayatımızda ne zaman sıkışsak babamıza sırtımızı dayadığımız gibi.

14 Ekim 2011 Cuma

Aradaki Yedi Benzerliği Bulun


Üstteki fotografı herkes bilir, 86 Dünya Kupaso'nın unutulmaz kareleri arasındadır. Alttaki ise ABD'de Vancouver Whitecaps'te forma giyen Fransız oyuncu Eric Haslli'ye ait. Aradaki yedi enzerliği artık siz bulun. Tabi Maradona ike kıyaslanamaz ama fotograf karesini görür görmez 86 Dünya Kupası'na götürdü beni.

Messi ve Krkic'in Soyağacı















































Aceto'da okumuştum sonra yabancı bir blogda karşıma soyağaçları çıktı. Messi ve Krkic'in akrabalıkları bakın nereden geliyormuş.

Gurbette Yorgun Düştün be Arshavin

Gidersin Anzhi'ye Binersin Ferrari'ye

Büyüklerimiz boşuna alırsın Ford, olursun Lord dememişler, varmış bir bildikleri. Eto'onun ki de o hesap sanırım. Gidersin Anzhi'ye, binersin Ferrari'ye.

13 Ekim 2011 Perşembe

Milli Paradoks

Selçuk İnan... Kendisine Türk futbolunun geleceği diye bakıyoruz değil mi? Gerçekten büyük yetenek, son derece akıllı bir oyuncu. Savunma ve hücum özellikleri son derece dengeli.

Profesyonel kariyerine Çanakkale Dardanelspor'da başladı. Onu keşfetmemiz 4 yılımızı aldı. 2006'da Manisaspor'a gelince biz de ondaki yeteneklerin farkına vardık. Biz ondaki yeteneklerin farkına vardığımızda 21 yaşındaydı. Gerçi o 2001'den itibaren bütün alt yaş gruplarında milli oldu ama vizyona Manisaspor ile çıkma imkanı buldu. Selçuk İnan'ın büyük bir kulübe transferi ise 2008'de gerçekleşti. Trabzonspor'da özellikle Şenol Güneş ile birlikte daha da büyüdü ve bugün hem Galatasaray'ın hem de milli takımın vazgeçilmezleri arasında. Vazgeçilmez olması için 26 yaşına gelmesini bekledik ama.

Şimdi kalkmış elin Hollandalısı bizim vazgeçilmezimizden vazgeçip onu takımdan kesiyor, Almanya maçının ikinci yarısında oyundan alıyor, Azerbaycan maçına ilk onbirde başlatmıyor. Bu ne cüret... Hem de Almanya maçında tercih ettiği adam Gökhan Töre. Tabi ki eleştirir Türk medyası zira Gökhan Töre bugüne kadar değil dört büyüklerde Süper Lig'in başaltı takımlarında bile forma giymemiş bir adam.

Gökhan Töre'nin özgeçmişine baktığımızda ne görüyoruz? Bu çocuk da Bayer Leverkusen altyapısında pişiyor ve her nasılsa Chelsea scout ekibi tarafından farkedilerek kendi altyapılarına transferi gerçekleşiyor. Bu dönemlerde o da alt yaş gruplarında milli takım oyuncusu oluyor. 2009'dan 2011'e kadar Chelsea rezerv takımında kulübü ilk kez rezerv lig şampiyonluğuna taşıyor. 2011'de ise Hamburg'a transfer oluyor ve Bundesliga takımının değişmez ilk onbir oyuncularından biri haline geliyor. Hepsi bu, Selçuk İnan'ın yanında bu kariyer nedir ki Türk futbol medyası için. Ancak Hiddink gibi at gözlüğüyle futbola bakan bizim heyecanımızı tutkumuzu anlamayan bir Hollandalı Selçuk İnan'ı çıkarıp Gökhan Töre'yi sahaya sürme cüretini gösterebilir.

Bu arada Türk futbolunun geleceği Selçuk İnan 26 yaşındayken, Gökhan Töre 19 yaşında. 19 yaşında bir çocuk nasıl Türk futbolunun geleceği olabilir Allah aşkına. Biz de genç olma yaş sınırı bile 24-25'lerden başlarken, bizim hala genç Semih'imiz varken Selçuk gibi bir futbol virtüözünün yerine nasıl çoluk çocuk salınır sahaya.

Zaten ne anlar almanlar ve İngilizler futboldan? Bizim kadar anlamadıkları kesin, yoksa Gökhan Töre'nin yerine Selçuk İnan'ı almışlardı altyapılarına. Ama bu işi bilmedikleri için onlar Gökhan Töre'ye yatırım yaptılar. Üstelik Hamburg utanmadan sıkılmadan ilk onbirinde sahaya sürüyor bu bebeyi Bundesliga'da. Hiddink de aynı kafa işte. Daha 5-6 yıl boyuınca üst düzey katkı verecek bir Selçuk İnan yerine hayal peşinde koşup 12-13 yıl katkı alma hevesiyle Gökhan Töre'yi sokuyor sahaya.

Unutmadan Lionel Messi de Arjantin A Milli Takımı ile ilk resmi maçına 2005'te 18 yaşında çıktı.  2006'da Pekerman onu Almanya karşısında çeyrek final maçında yedek oturttuğu için ülke ayağa kalktı.

Yani Gökhan Töre Messi falan değil, belki de hiç olamayacak tamam ama bu ülke futbolunun asıl geleceği kendisi gibi duruyor doğru açıdan bakınca. Bu ülke Selçuk İnan nasıl oyundan çıkarılır diye ayağa kalkacağına, Gökhan Töre'den nasıl daha çok faydalanırız diye ayağa kalksa birçok şeyi de çözmüş olacağız aslında. Selçuk İnan çok değerli bir oyuncu hiç kuşkusuz ama tartışılacak konu onun oyundan alınarak yerine Gökhan Töre'nin oyuna dahil olması değil.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Hikayeci Futbol Hikayeci Tarihten Geliyor

Biraz futbol ve Hiddink eleştirisinden uzaklaşarak neyi tartıştığımıza bakalım. Günlerdir her ortamda bir duygularıyla oynayan bir milli takımız, bizim futbolcumuz için motivasyon çok önemli denip duruyor ortalıkta. Ama kavram karmaşasından olacak duyguyla tutkuyu karıştırıyoruz. Çünkü Hiddink de dahil kimse tutkulu oynamayın demiyor bize.

Duygu konusuna gelince olay biraz derinlik, hacim kazanıyor. Boyutlar genişliyor. Duyugu dediğimizde işin içine arabesk giriyor. Hollandalı'nın da dediği bu aslında: Tutkulu oynayın bir Akdenizli gibi ama arabesk duygulara yer yok bu oyunda. Biz bu arabesk duygularla kendi kahramanlarımızı üretmeyi seviyoruz, ben de seviyorum kabul ediyorum. Mesela bizim kahramanlarımız Malkoçoğlu gibi oluyor. Biz bir kişi ile at üzerinde 15 kişiyi deviren, Topkapı surlarında zıp zıp zıplayan kahramanlar istiyoruz. Gazi Osman Paşa Plevne'den çıkmam desin, Çanakkale Savaşı'nda Seyit onbaşı 247 okkalık topu yüklensin, Ferhat tek başına dağları delsin... Bizim için hikaye çok önemli. Siz hiç Çanakkale Savaşı'nın, Plevne'nin savunulmasının, FErhat'ın dağları delmesinin stratejisini anlatan ya da okuyana rastladınız mı? O yüzdendir bu ülke yıllarca Macar galibiyetinin üzerine yatmış uyumuştur. Kimse Macar takımını hangi strateji ile yendiğimizi anlatmaz.

Şimdilerde biraz uyansak da aslolan hala kahramanları olan arabesk nağmeler serpiştirilmiş hikayeci futbol bizim için. 2-0 geriden gelip Çek Cumhuriyeti'ni 3-2 yenmemiz, Hırvatları son dakika son saniyede devirmemiz daha önemli. Hiddink de diyor ki peki stratejiniz nedir? Vallahi de billahi de doğru söylüyor. Stratejisiz yola çıktıkça o duygular bizi hop oturtup hop kaldıracak ama asla başüstü takımlar seviyesine getirmeyecek. Peki biz ne istiyoruz? Başüstü seviyeye mi çıkmak yoksa bu maceraperest hikayeci futbolla heyecan kasırgası mı yaşamak?

Bence hala ve hala hikayeci futbolu istiyoruz. Ama o zaman da kimsenin kalkıp biz bir turnuvada Dünya üçüncüsüyüz sonra iki turnuva ortalarda yokuz demeye hakkı var mı? Ya da bu takımın oyun karakteri nedir, nerede bizim ekolümüz demek abesle iştigal değil mi? O zaman Hiddink doğru adam mı? Yoksa illa bize yeni bir aşk mı lazım?

Doğrusu bu mu? Doğrusu strateji... Ortak uzlaşı ne? Hikayeci futbol oynamaya devam etmek. Peki strateji nedir? Ortak uzlaşıyı kırma sanatı. O zaman bize asıl gerekli olan stratejik olarak bu toplumun ortak uzlaşısını kıracak, hikayeci futbol aşkını söndürecek bir adam. Hiddink deniyor, başarabilir mi bilemiyorum ama en azından bir stratejisi var. Adamın maç içerisinde eleştirecek seçimleri yok mu? Var tabi ki ama şu anda elinde strateji bulunan tek adam da o. O en günahsız olan.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Aynadaki Gerçek

Şimdi yazacağım cümlenin patenti Bilgin Gökberk'e ait. Diyor ki Türk futbolunu Avrupa pazarına satılığa çıkarsanız ilk Hiddink'i alırlar. Ben de katılıyorum, Hiddink'i gönderin, bu ne biçim adam diyenler ucuz kahramanlık ve popülarite peşinde koşuyorlar.

Milli Takım açısından oldukça keyifsiz bir dönem ve bu dönemde de Almanya gibi sert bir kaya ile karşılaşınca işler pek hayal ettiğimiz gibi olmuyor. Cuma akşamı aslında olabilecek en iyi onbir sahadaydı ve taktiksel anlamda da bana doğru gelen bir oyun anlayışı ile başlandı maça. Sabri'nin orta sahada görev alması tartışılabilir ki ben de başka bir ismi tercih edebilirdim ama tek bir isim üzerinden ne oyun eleştirisi yapılır ne de taktiksel seçim tartışılabilir.

Öte yandan Selçuk İnan'ın ikinci yarısında oyundan alınması da başka bir tartışma konusu. Ama stratejik açıdan oyuna giren Gökhan Töre'nin doğru bir karar olduğunu söylemek mümkün. Keza oyuna girdikten sonra takımın en iyisiydi. Ama tüm bu tartışmalar Neuer'in ilk iki golde atağı başlatıp iki topta yediğimiz golleri açıklayamaz. Halı sahada yenmeyecek bu iki golü oyunun tempo kazandığı anlar da yiyiyorsak o zaman taktiksel değil fiziksel bir durumun sahadaki oyunu daha çok etkilediğini de bilmemiz gerekiyor.

Azerbaycan maçı ne olur onu bile kestirmek zor şu aşamada. Ancak herşey yolunda gider ve milliler play off'a kalırsa işlerin daha yoluna girdiği bir dönemde Euro 2012'ye yürüyecek bir takıma sahibiz bunu da cebimize koyalım. Son olarak TT Arena'da milli takım taraftarı göremedim, görenler varsa haber versinler.

6 Ekim 2011 Perşembe

Mangala Gel

Jose Mourinho'dan futbolculara barbekü partisi, tabi bizim Nuri ve Hamit alışık duruma hemen gömülmüşler yemeye. 

5 Ekim 2011 Çarşamba

Baba Sen Ne Yaptın Öyle

Gecikmeli bir yazı ama asla es geçilemeyecek aynı zamanda. Bir rövaşata golünde tarihte bu kadar çok değişkenin bir araya gelerek ardı ardına akması mükemmel bir Hollywood prodüksiyonunda olur. Zaten biz de biliriz ve tamam abartmışlar ama izlemesi keyifli abi deriz.

Bir Fifa ya da PES oyununda gerçekleşebilir. Japon çizgi filmleri için bulunmaz bir görsel şölen. Ama gerçek hayatta bu kadar çok faktörü birarada içinde barındıran başka bir rövaşata golü yok. Hatta gol bile olmayabilir. Eren Derdiyok kardeşim senin hiç derdin mi yok? Benim hayatımda gördüğüm en fantastik 5 golden biri olabilir herhalde. Diğer dördünü say deseniz sayamam, bir Roberto Carlos geliyor aklıma, bir Van Basten...

Golü tekrar izlemek isteyenler buraya lütfen.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Neyin, Kimin Tarafındasınız?

GTFB İkiyüzlülüğü

Bu polemiğe hiç girmeyecektim aslında. Ama bu hakaret sınırlarını geçen tutumlar iki satır kelam etmeme neden oldu. Kimileri için Günahların Takımı, kimileri için Gönüllerin Takımı GTFB. Günahıyla sevabıyla çatır çatır mücadele ediyor ama. Bu dik duruşu gölgelemek için çırpınan arkadaşlar çırpındıkça küçülüyorlar benim gözümde. Anlamadıkları ya da anlamak istemedikleri şu: Her ne şartta olursa olsun o sahada yeralan, ter döken adamların hiçbir günahı yok. Ve Fenerbahçe tribünlerinin de yüreği o forma ve o formanın hakkını verenler için çarpıyor.

Ben günahların takımı diye bir camiayı yerden yere vurup sonra basketbol takımı Euroleague'de mücadele edecek diye yırtınanlara yazıyorum bu yazıyı. Galatasaray sonuna kadar Euroleague'de mücadele etmeyi hakediyor yanlış anlaşılmasın. Oktay Mahmudi'nin yaptığı işi yapacak adam dünya basketbolunda çok azdır. Bugün Galatasaray basketbol takımının o çalkantılı NalgaGate döneminde kadroda bulunan basketbolcu pek yok ama bu takım o dönemin izlerini silmek için geçen sezon onur mücadelesi verip Fenerbahçe'yle kafa kafaya final oynadı. Bugün de kafa kafaya Euroleague'de oynayacak hatta belki de rakibini eleyecek. Ama bahsettiğimiz camialar bir tek futbol şubesinden ibaret değil. O yüzdendir ki GTFB diyenlerin nasıl Fenerbahçe'nin futbol maçlarını izlemeyi mideleri kaldırmıyorsa, aynı durum diğer spor dallarında da geçerli olmalı sanırım. Mesela basketbol, mesela atletizm...

Yoksa ben ona mide demem.

Not: Şimdi abuk sabuk yorumlar gelecek hakaretlerle birlikte. Ben bir daha polemiğe girmeyeceğim, bu yorumlara cevap da vermeyeceğim şimdiden söyleyeyim. Çünkü aklı selim Galatasaraylılar da biliyor ki bu blogda her zaman rakip takımlar için objektif davrandım. Galatasaray benim düşmanın olmadı, olmayacak da. En başta babam çok koyu Galatasaraylı, sonra eşim fanatik olmasa da sarı kırmızılı renklere gönül verenlerden. O yüzden bizim evin bir değeri de Galatasaray, tıpkı Fenerbahçe gibi. Ben bu değerleri seviyorum. Fatih Terim'i, Arda'yı yani rakibimin en önemli değerlerini başkaları yerlere vururken göklere çıkardım. Aziz Yıldırım'ı en çok eleştirenlerin başında geldim. Buradan okuyunuz isterseniz. Velhasılı kelam  bu ülkede değer denilen şey kolay üretilmiyor. O üretilen azıcık değeri de bok etmek... Neyse benden bu kadar...

Fenerbahçe Yine Kazandı

Evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor. Sezon başından beri ilk defa ideal kadrosuna yakın bir ekip ile sahaya çıkan Fenerbahçe sezonun flaş takımı İstanbul B.Ş.B karşısında koca bir 45 dakika evdeki hesabın çarşıya uymamasından dolayı üretkenlikten uzak bir görüntüdeydi.

Sezon başında yapılan transferler herkeste Gökhan Gönül'ün bu takımda artık sağ kanatta görev yapabileceği ve bu bölgede çok daha üretken olacağı fikrini doğurmuştu. Oysa Gökhan Gönül'ün boş alanı kullanmadaki hüneri boş alan yaratmadaki hünerinin çok çok üzerinde olması bu senaryonun pek de işleyemeyeceğini maçın ilk yarısında gösterdi. Bu kanattaki revizyon dolayısıyla eski görev bölgesinden ortaya kayan Mehmet Topuz da aynı verimliğiliği yeni bölgesinde sağlayamayınca işler arap saçına döndü sarı larcivertliler için.

Orta sahanın sağ tarafında taşların yerinden oynaması doğal olarak dizilişin diğer yerlerini de etkiledi. Öte yandan sezon başından beri Yobo-Bilica ikilisiyle savunmanın göbeğini kuran Fenerbahçe'de Bilica'nın yerine bu maçta görev alan Bekir maç içerisinde biraz sırıttı. Verdiği geri pasın gol olmaması sadece Volkan'ın kalecilik hünerine bağlanabilir. Eğer Bilica bu bölgede oynamayacaksa onu kesecek adam sadece sakatlıktan geri döndüğünde Serdar Kesimal olabilir.

İkinci yarıda ise oyun içerisinde yapılan değişiklikler dişilileri yerine oturttu diyebiliriz. İkinci yarının 20-25 dakikalık bölümünde Fenerbahçe istediği skoru almasını bildi. Son on dakikadaki konsantrasyon eksikliğini bir kenara koyarsak sadece o bölüme kadar oynanan oyunla maçı kopardılar.

Fenerbahçe açısından bu sezon en önemli kazanç Ziegler gibi gözüküyor. Stoch'un performansı tatmin edici, diğer yandan Emre'nin dönüşü sonrasında da Cristian önde oynamalı mı sorusunu Brezilyalı futbolcu ortaya koyduğu performansla gündeme getiriyor. Emre'nin arkada, Cristian'ın önde oynaması hem defansif hem de ofansif anlamda daha olumlu etkileyebilir takımı. Aykut Hoca bunu iyice düşünmeli derim.