24 Haziran 2011 Cuma

Enes Kanter'in Takımı Belli Oldu

Biliyorum son zamanlarda çok fazla basketbol yazıyorum ama futboldan daha fazla içerik veriyor bana açıkçası boş transfer gündeminin olduğu şu günlerde. Neyse beklenen haberi bu sabah gözümü açar açmaz okudum.

Enes Kanter NBA draftında üçüncü sıradan Utah'a gitti. Artık Mehmet Okur ile takım arkadaşı. Eski sağlam ismler yok tabi artık Utah'ta. Kirilenko, Earl Watson (ikisi de free agent), Raja Bell, Al Jefferson, Paul Milsap gibi bugün için NBA'de ortalama diyebileceğimiz isimler arasında uzun rotasyonu da vasat olan takımın içerisinde bolca yer bulacaktır. Sezonu 39 galibiyet, 43 mağlubiyetle bitiren ve play off dışında kalan takım sadece Enes ile ne kadar ivme kazanır bilinmez ama Enes'in performansının parlayacağı bir gerçek.

Kendisine güven çok üst düzeyde olan bu adam aynı zamanda Milli Takım'ın ve Türk basketbolunun da geleceği. Fenerbahçe'de süre aldığı dönemlerden itibaren izlediğim Enes o dönem bağıra bağıra geliyorum diyordu. Nitekim üçüncü sıradan seçilerek NBA draftında en üst sıradan seçilen Türk basketbolcu ünvanını da kaptı.

Beni esas şaşırtan Fenerbahçe'nin yeni transferi Bojan Bogdanovic'in 31. sırada Miami Heat tarafından draft edilmesi oldu. Bunu da ek bir bilgi olarak geçelim.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Michael Jordan-Lebron James Karşılaştırması

Önce Aceto'ya girdim oradan da yazının linkine tıklayarak Yiğiter Uluğ'un yazısına. Paylaşmadan edemedim. Efsane olmak kolay değil, önce sağlam bir metabolizma gerekiyor ki hazmedebilesin. Bakın efsane nasıl olunuyor aşağıdaki iki demeç ortaya koyuyor zaten. Daha bir şampiyonluk kazanamayan Lebron kariyeri boyunca Michael Jordan'ın kılı olamaz bana kalırsa...

“Sizler, Chicago kentinin insanları, yaşamınızı kazanmak için bütün gün, son derece zor koşullarda çalışıyorsunuz. Bizim yaptığımız ise, yorucu bir günün sonunda size yalnızca keyifli birkaç saat geçirtebilmek... Chicago’luların bir başka kente gittiklerinde gurur duyabilecekleri bir şeylere sahip olmalarını sağlamak... Bu yüzden bu şampiyonluğu size armağan etmek istiyorum. Bu kupa sizin hakkınız.”
(1997. Michael Jordan’ın kazanılan şampiyonluğu kutlamak için toplanan 200 bin Chicago taraftarına yaptığı konuşmadan)

“Benim kazanmamam için dua edenler şimdi sevinebilirler. Ama yarın sabah uyandıklarında hepsi yine aynı yaşamlara, bugün sahip oldukları aynı kişisel sorunlara geri dönmüş olacaklar. Bense bugünkü gibi yaşamayı sürdüreceğim, ailemle birlikte mutlu hayatıma devam edeceğim.” (2011. Miami Heat’in kaybettiği final serisinden sonra LeBron James’in yapmış olduğu basın toplantısından)
 
 

17 Haziran 2011 Cuma

Cimbom Üçlü Çektirdi

Arda Turan Atletico Madrid'e gideceğim diye tutturunca Başkan Ünal Aysal Atletico Madrid'i Arda'ya getirdi. Şaka bir yana Galatasaray camiasının böyle bir transfer harekatına fazlasıyla ihtiyacı vardı. Gelenler çok üst düzey oyuncular mı dersek onu ayrıca tartışırız.

Herkes Diego Forlan için konuşmaya gerek yok diyor, doğrudur. Kıskanarak izleyeceğim muhteşem bir golcü Diego Forlan. Karakteriyle de bu lige gelen sayılı adamlardan biri olacaktır. Galatasaray bu yıl gol yollarında eğer Forlan bir sakatlık yaşamazsa hiç sıkıntı hissetmez. Reyes'e gelince bana göre ikinci sınıf bir kanat oyuncusu olmaktan öteye gidemedi hiçbir zaman. Gidemeyecek de ama Süper Lig'de iş görecek bir oyuncu. Dolayısıyla iyi bir transfer diyebiliriz ama çok fazla da birşey beklemiyorum ben Reyes'ten. En çok tartışılan isim Ujfalusi ise çoklarınca ağır olmakla eleştirilse de benim beğendiğim defans oyuncularından biri. İspanya'da zaman zaman eleştirilse de La Liga'da tutunabilmiş bir defans oyuncusu her yerde oynar.

Galatasaray bu gece itibariyle taraftarına üçlü çektirecek bir transfer harekatını tamamlamış gözüküyor. Fatih Terim'in de başarısızlık halinde pek fazla bahanesi kalmayacak iyi bir de kaleci alındığı takdirde. Ama elimizde bir Beşiktaş örneği de varken ihtiyatlı olmakta yarar var. Bir tek Forlan'ı ayırarak. O adamın bu ligde üç beş golünü bile izlesek keyiftir futbolseverler için.

14 Haziran 2011 Salı

Sonunda İyiler Her Zaman Kazanır

Mavs'ın bu seriden galip ayrılabileceği pekçok basketbolseverin tahmin edemediği ama romantik bir bekleyişle umut ettiği bir sondu. Loser olmanın ne demek olduğunu çok iyi bilen pekçok basketbolsever, Loser takımı Mavs'ın, kariyerinin sonlarına gelmiş Dirk Novitzski, Jason Kidd, Jason Terry gibi yıldızlarıyla o yüzüğü takmasını bekliyordu.

Bugüne kadar o yüzüğü takamayan efsanelerin hatrına belki bu beklenti seri ilerledikçe büyüdü. Özellikle Wade ve Le Bron'un kameralara yansıyan ahmakça öksürüp, tıksırma hareketlerinden sonra daha da bir ister olduk. MJ mi Lebron mu gibi saçma bir tartışma konusu açıldığından beri birilerinin Lebron'culara gerekli cevabı vermesi gerektiğini düşündük. Chicago serisini bu kadar rahat geçince umutlarımız kırılmaya başladı ama Loser'lar geldi gerçek birer kovboy olduklarını gösterdiler.

Bu seriden şu sonuçlar çıktı bize de:

  1. Air Jordan'ı asla bir daha besmelesiz ağzımıza almamalı, onu herhangi bir basketbolcu ile karşılaştırmamalıyız.
  2. Miami Heat Wade'indir, kimse o rolü bu adamdan alamaz.
  3. (Wade ve Lebron için): Ne oldum deme ne olacağım de, ya da ağır ol molla sansınlar.
  4. Sonunda iyiler herzaman olmasa da bazen kazanıyor işte.
  5. Boynuz kulağı geçi mi yoksa? Avrupa basketbolunun yıldızı Amerikan basketbolunun yıldızlarını parkeye gömdü.

4 Haziran 2011 Cumartesi

Belçika Çikolatası Acı Gelmedi

Kamuoyunda Belçika için son on yılın en önemli maçı, bizim içinse sıradan bir puan savaşından öteye geçmemesi gözönüne alındığında 1-1 ile deplasmandan ayrılıyor olmak önemli elbette. Dün akşam oynanan oyuna baktığımızda ise pekçok otoritenin aksine 60 ile 75. dakikalar arasında oyunun krize girmesi dışında ben Belçika'nın bu maçı alabilecek kapasitede bir oyun ortaya koyduğunu düşünmüyorum.

Oyunun belli dilimlerinde kontrol futbolunu iyi uyguladığımız söylenebilir. Özellikle ilk yarı Arda'nın nefis çalımı ve asistiyle golü bulduktan sonraki 20-25 dakikalık bölümde daha iyi olan da bizdik. Ama şu bir gerçek ki Milli Takım formda değil. Dün iyi olmasına rağmen ne Arda, ne uzun zamandır sakatlık nedeniyle forma giyemeyen Sabri tam randımanlı değillerdi. Buna rağmen iyi oynadılar. Savunmanın solunda Çağlar kademe hataları yaptı ama zaten bu bölge için genel olarak bir zaaf yaşıyor Türk futbolu şu dönemde. Servet-Serdar ikilisi başarılı bir savunma anlayışı ortaya koydular tek zaafımız yine duran toplar olsa da.

Emre maestro gibiydi, hem defansif hem de ofansif sorumluluk aldı 90 dakika boyunca. Ben Selçuk Şahin'i çok beğendim zira savunmanın gizli kahramanıydı. Diğer oyuncular için de oyunun 60 ile 75. dakikasını çıkardığımızda istediğimiz verimi aldığımızı söylemek mümkün. Bu bölümde ise Hiddink'in oyuna müdahalesinin geciktiğini cebimize koyalım.

Rakibe gelince bence hiç de öyle birkaç sene sonra çok iyi olacaklar kıvamında bir takım değil Belçika. En fazla bir İsviçre olabilirler ama asla bu takım Enzo Schifo'nun Belçika'sı mertebesine erişemez. Takımın yıldızı Hazard ise Lille'de geçen mükemmel sezona rağmen 15-20 milyon euro civarında bir transfer yapar ama daha öteye gidemez bana göre. Çok iyi bir oyuncu ama daha fazlası değil. Ben hiçbir zaman en tepedekilerde oynayabileceğini düşünmüyorum.

Bu maçta Real Madridliler yoktu bunu da bir kenara koyalım. Ve ne olursa olsun Kazım ve Burak'ın iyi niyetine rağmen Türk futbolunun sol kanatta iyi bir savunmacı ile iyi bir golcü ihtiyacı olduğunu da bilerek bakalım olaya. Yoksa belki de Türk futbol tarihinin en zengin ve becerikli orta saha organizasyonuna sahibiz bugün itibariyle.

Euro 2012'ye gider miyiz hala belli değil. Herkes Avusturya maçını cepte görüyor ama Almanya bile uzatma dakikalarında Gomez'in attığı golle yıktı rakibini. Bunu da gözönüne alınca beraberliğe rağmen Belçika ciddi bir tehdit olmaya devam ediyor. Hiddink takımın başında olsa da, olmasa da...

3 Haziran 2011 Cuma

Gölgede ve Güneşte Basketbol

Bu seriyi kimin kazanacağının hiçbir önemi yok. Eğer siz de benim gibi 70'ler kuşağının ortalarında dünyaya geldiyseniz ve siz de benim gibi Beyaz Gölge etkisiyle basketbola başlayıp 80'lerdeki Fenerbahçe-Galatasaray maçlarını hatırlıyorsanız bir basketbolseverin en çok özlediği, istediği finali tekrar izliyor olmak bile keyif verecektir.

Bırakın Fenerbahçe'nin beşi bir yerde yapmasını, bırakın Galatasaray'ın bu yıl ki sportif başarısızlığını bir kenara ve bu nefis final serisinin tadına varın. Dile kolay üzerinden 26 yıl geçmiş, neredeyse bir ömrün 1/3'ü. 84-85 sezonunda Aliço'yu Calvin'i, Dawkins'i, Scearce'ü, yerli Kareem Abdulcabbar olan Efe'yi izleyen bir kuşak olarak bugün kendimi şanslı hissetmememin nedeni bu iki kadronun o yıllarda yaptığı maçların da doyumsuz bir tat bırakıyor olmasıydı.

O yıllarda ligi domine eden takımlardan biriydi Galatasaray, Fenerbahçe ise ilk şampiyonluğunu Aliço kaptanlığında yine takip eden yıllarda kazanacaktı. Neler yoktu ki ligde, Eczacıbaşı, Gaziantep'ten Beslenspor, Karşıyaka, İTÜ, Çukurova...

Basketbol kalitesi tabi ki bu düzeyde değildi ama o jenerasyon bize Scearce gibi top dolaştırmayı, o yıllarda çembere basamasak da Calvin gibi Dawkins gibi pozlar vermeyi , Efe gibi hook shot atmayı (sonradan o pozların da hookların da orjinalinin NBA'de olduğunun farkına vardık) öğretti. Hatta daha sonraları o hook shotlar o kadar moda oldu ki eline basket topu değmiş değmemiş herkes basket sahasına çıktı mı en az bir kez üç sayı çizgisinin dışından hook shot ile basket atmayı denedi. Bir başka deyişle hook shot karpuzlamadan sonra milli ve geleneksel şut biçimimiz haline geldi.

İşte biz de o yıllarda okuduğumuz illerin yerel kulüp takımlarında basketbol oynamaya başladık. Önce sokak basketbolu ile başlayan kariyerimiz zaman içerisinde parkede bu işin ilmiyle zone yapan, set hücumu oynayan birer basketbolcuya dönüştü. Turnikeyi üçüncü adımında sıçrayıp bırakanlar, kafasının üstüne kadar topu sektirenler (dönemin moda terimiyle boy stepsi yapanlar), tek kollular (sadece sağ ile top sürüp sol elini yanında aksesuar olarak taşıyanlar) biraz olsun çözdü bu sporun inceliklerini. Yine biraz da onların sayesinde öğrendik aslında gezegenimizde bu işin kitabını yazan Larry Bird'ü, Magic Johnson'ı, gelmiş geçmiş en büyük basketbolcu Jordan'ı. Yugoslav ekolünü, SSCB'yi... Rahmetli Drazan Petroviç gibi üçlük atmayı ama sokamamayı. Kendi ilk beşimizde bir Arvidas Sabonis aramayı.

Zaman tabi ki birçoğumuzu harcadı, yetenekli veya değil (benim gibi kazma olanlar üniversite yıllarında bıraktı oynamayı ya da basketbol onları bıraktı) o yıllarda eline basket topu değenlerin birçoğu şimdilerde farklı farklı iş kollarında çalışıyorlar. Çok çok azı basketbolu profesyonel anlamda devam ettirebildi. Ama o yılları yaşayan herkesin aklının bir köşesinde Fenerbahçe-Galatasaray maçları yer etti.

Fenerbahçe-Galatasaray maçları bir jenerasyonun onlarla birlikte sokaklarda demir çemberleri döverek yarısı gölgede, yarısı güneşte kalan beton sahalarda başlayan basketbol hikayeleriydi aslında.