3 Haziran 2011 Cuma

Gölgede ve Güneşte Basketbol

Bu seriyi kimin kazanacağının hiçbir önemi yok. Eğer siz de benim gibi 70'ler kuşağının ortalarında dünyaya geldiyseniz ve siz de benim gibi Beyaz Gölge etkisiyle basketbola başlayıp 80'lerdeki Fenerbahçe-Galatasaray maçlarını hatırlıyorsanız bir basketbolseverin en çok özlediği, istediği finali tekrar izliyor olmak bile keyif verecektir.

Bırakın Fenerbahçe'nin beşi bir yerde yapmasını, bırakın Galatasaray'ın bu yıl ki sportif başarısızlığını bir kenara ve bu nefis final serisinin tadına varın. Dile kolay üzerinden 26 yıl geçmiş, neredeyse bir ömrün 1/3'ü. 84-85 sezonunda Aliço'yu Calvin'i, Dawkins'i, Scearce'ü, yerli Kareem Abdulcabbar olan Efe'yi izleyen bir kuşak olarak bugün kendimi şanslı hissetmememin nedeni bu iki kadronun o yıllarda yaptığı maçların da doyumsuz bir tat bırakıyor olmasıydı.

O yıllarda ligi domine eden takımlardan biriydi Galatasaray, Fenerbahçe ise ilk şampiyonluğunu Aliço kaptanlığında yine takip eden yıllarda kazanacaktı. Neler yoktu ki ligde, Eczacıbaşı, Gaziantep'ten Beslenspor, Karşıyaka, İTÜ, Çukurova...

Basketbol kalitesi tabi ki bu düzeyde değildi ama o jenerasyon bize Scearce gibi top dolaştırmayı, o yıllarda çembere basamasak da Calvin gibi Dawkins gibi pozlar vermeyi , Efe gibi hook shot atmayı (sonradan o pozların da hookların da orjinalinin NBA'de olduğunun farkına vardık) öğretti. Hatta daha sonraları o hook shotlar o kadar moda oldu ki eline basket topu değmiş değmemiş herkes basket sahasına çıktı mı en az bir kez üç sayı çizgisinin dışından hook shot ile basket atmayı denedi. Bir başka deyişle hook shot karpuzlamadan sonra milli ve geleneksel şut biçimimiz haline geldi.

İşte biz de o yıllarda okuduğumuz illerin yerel kulüp takımlarında basketbol oynamaya başladık. Önce sokak basketbolu ile başlayan kariyerimiz zaman içerisinde parkede bu işin ilmiyle zone yapan, set hücumu oynayan birer basketbolcuya dönüştü. Turnikeyi üçüncü adımında sıçrayıp bırakanlar, kafasının üstüne kadar topu sektirenler (dönemin moda terimiyle boy stepsi yapanlar), tek kollular (sadece sağ ile top sürüp sol elini yanında aksesuar olarak taşıyanlar) biraz olsun çözdü bu sporun inceliklerini. Yine biraz da onların sayesinde öğrendik aslında gezegenimizde bu işin kitabını yazan Larry Bird'ü, Magic Johnson'ı, gelmiş geçmiş en büyük basketbolcu Jordan'ı. Yugoslav ekolünü, SSCB'yi... Rahmetli Drazan Petroviç gibi üçlük atmayı ama sokamamayı. Kendi ilk beşimizde bir Arvidas Sabonis aramayı.

Zaman tabi ki birçoğumuzu harcadı, yetenekli veya değil (benim gibi kazma olanlar üniversite yıllarında bıraktı oynamayı ya da basketbol onları bıraktı) o yıllarda eline basket topu değenlerin birçoğu şimdilerde farklı farklı iş kollarında çalışıyorlar. Çok çok azı basketbolu profesyonel anlamda devam ettirebildi. Ama o yılları yaşayan herkesin aklının bir köşesinde Fenerbahçe-Galatasaray maçları yer etti.

Fenerbahçe-Galatasaray maçları bir jenerasyonun onlarla birlikte sokaklarda demir çemberleri döverek yarısı gölgede, yarısı güneşte kalan beton sahalarda başlayan basketbol hikayeleriydi aslında.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder